Pazartesi, Şubat 02, 2009

Nerdesiniz Tebalılar?

Hani blog yapmıştık. Yolu Teba'dan geçen herkes buradaydı.. Çok çabuk unuttuk ve sesimiz kesildi.. Geyik mail ve birkaç haber forwardladığımız yahoo grubumuzu da çok aktif kullanamıyoruz.. Facebook mu aldı yerini.. yazışmayı kesmeyelim.. Foto ekleyecektik daha..
Görüşmek üzere...

Kendinize Söz Verin;
O kadar güçlü olacaksınız ki kimse aklınızın huzurunu bozamayacak.
Karşılaştığınız herkese sağlıktan, mutluluktan ve başarıdan bahsedeceksiniz.
Tüm arkadaşlarınıza içlerinde bir şeyler olduğunu hissettireceksiniz.
Her şeyin güneşli tarafına bakacaksınız ve iyimserliğinizin gerçeğe dönüşmesini sağlıyacaksınız.
Sadece en iyisini düşünecek, sadece en iyisi için çalışacaksınız ve sadece en iyisini bekleyeceksiniz.
Başkalarının başarısına karşı sanki kendi başarınızmış gibi hevesli olacaksınız.
Geçmişin hatalarını unutacaksınız ve geleceğin daha büyük başarıları için çalışmaya devam edeceksiniz.
Yüzünüzde her zaman neşeli bir ifade olacak ve karşılaştığınız her canlıya bir gülümseme vereceksiniz.
Kendi gelişiminize o kadar çok zaman ayıracaksınız ki başkalarını eleştirmeye vakit bulamıyacaksınız.
Endişelenmek için fazla büyük, öfkelenmek için fazla asil, korkmak için fazla güçlü ve acının varlığına izin vermek için fazla mutlu olacaksınız.
Kendiniz hakkında iyi düşüneceksiniz ve bu gerçeği dünyaya yüksek sesle değil müthiş eylemlerle ilan edeceksiniz.
İçinizdeki en iyi olana sadık kaldığınız sürece tüm dünyanın yanınızda olacağı inancıyla yaşayacaksınız.

“Optimist Öğreti” ilk kez 1912 yılında Christian D.Larson’un Your Forces and How to Use Them adlı kitabında yayınlandı. Bugün, kısaltılmış bir versiyonu dünyada pozitif bir farklılık yapmayı hedefleyen ve dünya çapında bir grup olan Optimist International tarafından kullanılmaktadır.

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Buluştuk :)

Teba'da bir zamanların Oracle Proje grubu olarak, İstanbul'dakileri da çağırdık, 16. Şubat'ta İzmir'de bir aradaydık, özlemişiz epey kaynattık. Nice buluşmalara... :)





Pazar, Şubat 03, 2008

Vikipedi 100 bin maddeye ulaştı!

Bir yıl önce şurada 40 bin maddeye ulaştığını söylediğimiz Vikipedi artık 100 bin maddeye ulaşmış durumda. %150'lik artış tartışmasız çok önemli bir başarıdır.
Aşağıdaki liste, 3 Şubat 2008 itibariyle 100,000 üzerinde maddesi olan Vikipedilerin listesidir.
  1. İngilizce (+2,100,000)
  2. Almanca (+670,000)
  3. Fransızca (+585,000)
  4. Lehçe (+450,000)
  5. Japonca (+440,000)
  6. Hollandaca (+385,000)
  7. İtalyanca (+380,000)
  8. Portekizce (+344,000)
  9. İspanyolca (+306,000)
  10. İsveççe (+269,000)
  11. Rusça (+221,000)
  12. Çince (+155,000)
  13. Norveççe (+141,000)
  14. Fince (+140,000)
  15. Volapük (+112,000)
  16. Türkçe (+100,019)
Bu önemli eşiğe ulaşmakta katkısı olan tüm vikipedistlere tebrikler.

Etiketler: , ,

Cumartesi, Ocak 05, 2008

Expo2015

Etiketler: , ,

Salı, Ağustos 28, 2007

Tüm dostlara Merhaba,

Yeniden sizlerle beraber olmak, yazılarla da olsa çok güzel. Bunun için çok teşekkürler sevgili Osman...
93 - 98 arası sizlerle tanışma, çalışma şansını bulduğum için çok mutluyum. Çoğumuz gibi benim de üzerinden seneler geçsede unutamayacağım anılarım var orada. Ve en çok da çoğu kişiden farklı olarak kötü günleri yaşamadığım için kendimi daha da şanslı hissediyorum. Güzel anılar daha ağır basıyor çünkü...
Bu ilk yazımda sizlerle, Can Dündar ın beğendiğim bir yazısını paylaşmak istiyorum. Önceleri şiddetle aynı fikri paylaştığım halde, şimdilerde bunu neden savunadığımı, nasıl olup da bu kısırdöngü içine girdiğimi anlamaya çalışıyorum.
Geçtiğimiz günlerde Sema da aynı yazıyı mail olarak bizlerle paylaşmıştı.
Şimdi burada özeleştiri için yeralsın istiyorum.

Yeniden görüşünceye kadar sevgiyle kalın.

Berhan


"İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum."

Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar "çok yoğun"; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar "çok yoğun"; benden başka herkes ama herkes çok yoğun
"Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Çalışmaktan haberi yok." İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim. "Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..." Hayatı boşvermek istedikten sonra "yoğun" olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da "yoğun" olabilirsiniz.
"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım." E yapma.
"Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki..."
Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti.
Yani "kafama uçan daire düştü, hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur.
Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz,değil mi?
Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok çalışıyorum"u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:
a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b) Seninle görüşmek istemiyorum.
c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki? (Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.)
Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu "çok çalışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum" muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım. Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü "evde çalışan yazar" olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların, çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim için okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim; ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim" dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim için "sevdiğim insanlar" ve "kendime vakit ayırdığım hayatım" herşeyden önemliydi. Hayatımda hiç kimseyi "çalışmam gerek" diye geri çevirmedim. Bir arkadaşa "hayır, eve gideceğim" dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En önemli işin başında da olsam, bir dostum "seninle konuşmaya ihtiyacım var" dediğinde ben tüm işleri bırakırım. Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgiye sahip olduğunuz yüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli. Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.
Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma'da yaşadım. (Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.) Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda "sabahın körü" diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi? En azından benim hayatımdaki "yoğun insanlar" için bu çalışma tarzı "işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu" > düzenini gerektiriyor.> Ve hafta sonları da "hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum" diye> evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü "çok çalışıyorum, görmüyor musun?" demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi.
Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu? Büyük harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA... Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik. Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim. Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba) evlilik yıldönümünde karısını Soma'ya iki saat uzaklıkta olan İzmir'e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için "çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan" gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir.
Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin.
Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek.
"İşim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:
-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (Bertrand Russell)
-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir. (Edward Newton)
-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)
-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P.> Smith)
-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (Irwin Edman)
-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)
-Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William > Russell)
VE BENİM FAVORİM:
"Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir..."

CAN DÜNDAR

Pazar, Temmuz 22, 2007

Seçimler AKP'nin zaferi ile sonuçlandı...

Zeynep Oral, Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bugünkü makalesinde sonuçlar içine doğmuşçasına, Nazım Hikmet'in bir şiirini hatırlattı bize...


Dünyanın En Tuhaf Mahluku..

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Nazım Hikmet

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Ulkemizin Imaji



Viagra bile ise yaramaz
Turkiye, Viagra alsam da olmuyor!
Turkiye, ne bir gece ne de bir omur icin...

Afiste Turkiye'yi bir kadin, Fransa'yi ise erkek temsil ediyor. Ezcumle, "Bir gece icin, hatta Viagra kullansam bile cekilmezsin" deniliyor. Ustelik Turkiye'yi temsil eden kadin turbanli.

Fransa siyasette cirkinligin sinirlarini zorlar iken, hukumetin "Turban nasil daha modern olur?" tartismasina verdigi onem, itibarimiza verdiginden daha fazla.

Etiketler: , , , ,

Perşembe, Haziran 21, 2007

TEBA KAHVALTI

Merhaba,

24.06.2007 Pazar günü hepbirlikte meyve bahçesinde kahvaltı yapmak istiyoruz.

Yer: Serender Yağmu Evleri /Sahilevleri
Saat:10.30
Tutar:10,00 YTL/kişi

www.serenderyagmurevleri.com adresinden krokisine bakabilirsiniz.

gelmek isterseniz yarın aksama kadar bana bilgi vermeniz yeterli.

yol tarifi: İnciraltına giden ağaçlı yola gireceksiniz, yolun sonuna doğru sola Sahilevleri ayrımı var. Bu yola girdikten sonra devam edin Serender Yağmur Evleri tabelalari size yol gösterecektir.

sevgiler,

iletişim için cep numaram: 0536 460 25 97

Salı, Haziran 19, 2007

LÖSEV'e Destek (58.638)

Cagdas ve aydinlik toplumlarda sivil toplum kuruluslari dogrulari soylemekte ve ulke yararina olan konulari cikar gozetmeksizin gundeme getirmektedir.
Degil yuzlercesini bir cocugun bile olumunde duyarli ve aydin insanlar seslerini yukseltmekte, sorumlulardan hesap sormaktadirlar.
Yillardir LOSEV hayat kurtarmak ve tamamen parasiz tedavi hizmeti verebilmek icin cirpinirken, essiz bir proje kurabilmek icin cabalarken buna ilgisiz kalan 3 maymunu oynayan iktidardaki ve muhalefetteki siyasileri uyandiralim.
Biz yuzbinler degil, 1 milyon degil, 5 milyon kisinin bu konuda ciddi destegini arzu ediyoruz ve de bu basariyi tum TURKIYE ile paylasmak istiyoruz.
Siz bu maili en az 10 arkadasiniza yollayarak sirada bekleyen en az 1000 losemili ve kanserli cocugun hayatini kurtarmanin mutlulugunu yasayabilirsiniz.
Destek verebilmek icin burayi tiklayiniz.
(http://www.losev.org.tr/dergi/kent.htm)

UNUTMAYIN! HEDEFİMİZ 5 MİLYON KİŞİDİR.

Saygi ve sukranlarimizla,
Dr. Ustun EZER,
Pediatrik Hematolog,
LOSEV YONETIM KURULU BASKANI

Salı, Mayıs 15, 2007

Gündoğdu...

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

Biz Gavur İzmirliyiz!

Çarşamba, Mart 14, 2007

KYOTO insanlığı kurtarma için mi yoksa AB ülkelerinin ticaret hacimlerini arttırmak için yapılan bir antlaşma mı?

Önce size Ata'mızdan bir söz hatırlatmak istiyorum "İlim Tercüme ile değil Tetkikle yapılır", 1932 yılında söylediği bu sözden sonra da 1933 yılında üniversite reformuna gitmiştir ama değişen bir şey yok. Hayatında denizlerden tek bir örnek almamış ve tek bir analiz yapmamış insanlar halkı yanlış yönlendirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. İklim bilimi; Jeolojik, Biyolojik, Kimyasal, Fiziksel Oşinografi ile Astronomi ve Meteoroloji bilimlerinden oluşan çoklu bir disiplindir. Hobi olarak yapılamayacak kadar da ciddi.
Dünyadaki gelişmiş ülkeler şu anda neye hazırlanıyor? Küresel ısınmaya mı yoksa küresel soğumaya mı?
Avrupa'da 1986 ile 2003 arası hiç nükleer santral yapılmadı. Hatta bizim basınımızda artık dünyada nükleer santral yapılmayacak diye haberler de çıktı. Ancak 2003'den sonra Avrupa Ülkeleri birden nükleer santral yapımlarına başladılar ve halen 11 adet nükleer santral yapım aşamasında (Türkiye enerji kurumu). Peki ne oldu da birden Avrupa'da 11 dünyada da 29 tane birden yapılmaya başlandı ve Bush, 104 tane nükleer olan Amerika'da yeni nükleer santralardan söz etmeye başladı?
Ben 7-8 yıldan beri derslerimde, 2025'den sonra "mini küresel soğuma" dönemine girme olasılığımızın çok yüksek olduğunu anlatırım. Ve şu an tüm gelişmiş ülkeler işte bu döneme hazırlanıyor ve açıkca da deklare ediliyorlar. Financial Times, Ocak 17, 2003; "Önümüzdeki yıllarda beklenen "extreme cold" dönemi için Finlandiya Nükleer santral yapma kararı almıştır. Söz konusu dönemde yağışların çok düşeceği ve daha da kötüsü barajların donma ihtimaline karşı enerjisinin %50'sini hidroelektrikten sağlayan Finlandiya Hükümeti bu nedenle nükleer santral yapma kararı almış ve halkı da buna destek vermektedir".
Finlandiya küresel ısınma nedeni ile BM'nin raporunun altına imza atanlardan. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Ayrıca bu konuda 2004 yılında yayınlanan Pentagon raporu da vardır ama bizim basında pek yer bulamamıştır??
1- Acaba gerçekten KYOTO protokolünü hazırlayan ülkeler Karbondioksitin azalmasını istiyorlar mı ya da inanıyorlar mı?
1- GAP projesi gerçekleştirdik; 30 milyar dolar harcadık ve tek kuruş kredi vermediler (karbon emisyonunu azaltacak, yani temiz enerji için kredi yok, şimdi de AB'ye girmek için ön koşullardan birisi olarak, bu suların yönetimini el koymak istiyorlar)
2- Ulaşımımız neredeyse tamamen (%90) kara taşımacılığına bağlı, otoyola kredi var, Demiryollarına yok, (yani karbon emisyonunu azaltacak projelere kredi yok)
3- Ama Termik santrala kredi var (yani karbon emisyonunu arttıracak projeye kredi var). 2004 yılında Mersin'de termik santral açıldı. Dünyanın en kötü ve etrafına en çok zarar veren enerji ünitesi olan termik santrale, KYOTO antlaşmasının bayrağını elinde taşıyan Almanya kömürünü Kolombiya?dan almak şartıyla neden kredi verdi?. Çünkü Kolombiya'nın Almanya'ya borcu var ve kömüründen başka da satacak bir şeyi yok (basından). İlginç, yani gelişmiş ülkelerin işlerine gelince bu korkunç ve iklimleri değiştiren gaz "cici gaz" oluyor.
4- Dünyanın en zengin jeotermal kaynaklarına sahip ülkesiyiz. Yerel basında bir ara Balçova ve civarının jeotermalle sağlanabileceği yazıldı. AB ülkeleri neden bunu kullanmamız için baskı yapmıyorlar? Jeotermal dünyanın en güzel enerjisidir.
Vs. vs. vs.
Kyoto Antlaşmasının, halen 189 ülkenin imza attığı bir "İYİ NİYET" çerçeve bölümü vardır bir de "YAPTIRIM" bölümü. Biz bu antlaşmanın "iyi niyet" kısmına 2004 Mayıs'ta imza attık. Ancak yaptırıma imza atmadık. Yaptırım kısmından ilk sorumlu ülkeler OECD ülkeleridir. Yani Japonya ve AB dışında, ABD, Kanada, Türkiye, Avustralya öncelikli ülkeler kısmına giriyor. Diğer ülkeleri ayni Çin, Rusya vs bu ilk dönemde bir şey yapmak zorunda değil.
Bu ülkelerden AB ve Japonya (halen sessiz) dışındakiler zaten imza atmadılar. Peki karbon emisyonunu indirmeyi kabul eden AB ülkeleri ne durumda; Almanya ve İngiltere dışında diğer AB ülkelerini toplam olarak ele aldığımızda, 2008 ve 2012 arasında halen 1.720.000 ton olan emisyonlarını 1.730.000 tona çıkarıyorlar. Hani bu gaz ölümcüldü?? Peki Almanya ve İngiltere ne kadar indiriyor? İndirmelerine rağmen hala Türkiye'nin 3 katı atmaya devam edecekler. Ya, bu atmosfer ortak değil mi? Neden onların benden 3 kat daha fazla Karbon atmaya hakları var?

(Kaynak: Prof.Dr.Hasan Sarıkaya, Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı)

Dünya rakamlarına baktığımızda ABD, Çin, Japonya, Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere zaten %70'den fazlasını atıyorlar. Yani dünyada 7-8 ülke sera gazlarının %70'inden fazlasını atmosfere bırakıyorsa, bu ülkelerin kendi aralarında bu konuya çözüm getirmesi gerekmiyor mu? Bizim gibi ülkelerin bu protokolde işi ne? Ya da neden bir an önce bu protokolü imzalamaya zorlanıyoruz.
2- Neden karbon seviyesi 1990 yıllardaki seviyeye düşürülmek isteniyor, bu yılların özelliği nedir? CO2 gazı, dünyada 180 ile 2000 ppm'ler arası değişen bir gaz.
3- Emisyonlarda Almanya %20 dahi indirse bile hala bizim 3 katımızı atıyorlar? Emisyon hacmi diğer OECD ülkelerine göre ¼, dünyaya göre de ortalamaların altında olan Türkiye niye imza atsın?
Kyoto yürürlüğe girdikten sonra (biz de imzalayacağız, buna inanıyorum, çünkü STK'larımız bu konuda muhteşem çalışıyor???), gelişmiş ülkeler, fakir ülkelere teknik yardım yapacaklar. Tabi bu teknik yardım teknolojik yardım adı altında olacak. Örneğin, eğer biz yaptırıma imza atarsak bizim ilk anda harcayacağımız para belki 10 belki de 20 milyar dolar olacaktır. Peki bu para nereye gidecek, tabi ki teknolojik yardım adı altında diğer ülkelere. Yani aslında ortada çok büyük bir pasta var.
Gerçi şu an bir yaptırım ile karşı karşıya değiliz ama, bir an buna taraf olduğumuzu kabul ediyorum;
Peki o zaman neden biz emisyon hakkımızı termik santral yaparak (yaptırtılarak) harcıyoruz ya da doğal gaza harcıyoruz. Onların yerine hidroelektrik santrallarına önem verelim, nükleer santrallar yapalım (Gerçi gönül, rüzgar ya da güneş gibi çok daha temiz enerji istiyor ama şu anda teknoloji bunlardan "doyurucu" enerji elde etmek için yeterli değil, ayrıca tüm enerjiyi doğaya bırakamazsınız, mega yanardağlar patladığında dünyada en az 7-8 yıl güneş olmayacak, yağış olmayacak (çok çok çok az olacak). Emisyon hakkımızı da örneğin çimento sanayinde kullanalım, çelikte kullanalım, ya da başka sanayilerde. Yani, hem kömürü hem de doğal gazı ithal ediyoruz, bir de üstüne CO2 emisyon hakkımızı azaltıyoruz. Halen Türkiye'de enerjinin %70'i ithal yakıttan elde ediliyor (dünyada birinciyiz). Özetle iki taraflı kaybedeceğiz. Hem fosil yakıt almak için para ödeyeceğiz hem de emisyon hakkımızı kaybedeceğiz, ya da diğer sanayilerde kısıntıya gideceğiz. Ayrıca Termik Santraller (Yatağan faciası hala gündemde, etrafında canlı bırakmadı, her şeyi zehirledi) yalnızca emisyon açısından değil ekoloji için de tam bir facia. Türkiye'de taşımacılığın da %90'ı karadan yapılıyor, yani emisyon arttırıcı önemli bir faktör ile? Neden AB bir an önce demiryollarına ve denizyollarına yönelmemiz için baskı uygulamıyor. Dünyanın en zengin jeotermal yataklarına sahibiz, neden AB bunları devreye sokmamız için baskı yapmıyor?
Özetle şunu söylemek isterim: Eğer gerçekten dünyada iklimin insanoğlu nedeni ile değiştirildiğini iddia ediyorlarsa, ve bu değişime Çin, Amerika, Rusya ve Almanya gibi 8-10 ülke neden oluyorsa, neden bizleri de bir masa etrafına topluyorlar?
Ve biz emisyon azaltmak için, %72 emisyona sahip enerjiden vazgeçemeyiz. Geriye %28 kalıyor. Taşımacılık da %13 civarında, ilk etapta bundan da vazgeçemeyiz (demiryolları yapmamız lazım, en az 3-4 bin km ama Türkiye engebeli bir ülke, engebeli arazide, tüneller vs. nedeni ile 1 km demiryolu maliyeti 2.5 milyon dolar civarında, inşaatçılar daha iyi bilir), yani ilk etapta çok zor. Peki sanayiden demir çelik mi yoksa çimentoyu mu devre dışı bırakalım, ya da küçük sanayi mi kapatalım? İndirecek olacaklarına karşın hala bizden 3 kat daha fazla atan Almanya ve İngiltere dışında kimsenin umurunda olmayan bir antlaşmaya neden imza atalım?
Ancak, tüm ülkeler bir araya gelir ve kişi başı bir emisyon hacminde anlaşırlarsa tabi ki atalım.
Doç.Dr.Doğan YAŞAR
Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri

1800?lü yıllardan sonra başlayan sanayi devrimi?????

Küresel ısınma ile yapılan konuşmalara hep 1800 lü yıllardan sonra diye başlanır. Çünkü, "ellerine verilen İncil 'lerle idare edilen ve bilimden uzak olan" insanları kandırmak için böyle başlanması gerekir. Aşağıdaki şekilde gördüğünüz gibi 1000 li yıllarda "sıcak" bir dönemi 1800 lü yıllarda da bir "mini buzul dönemini" görürsünüz. Yani 1800 lü yıllardaki sıcaklık 1000 li yıllara göre zaten 0.6-0.7 derece düşmüş durumdadır. Sıcaklıkların düşüş nedeni ise güneş patlamalarının, alansal ve sayısal olarak, çok azalması ve Tambora yanardağıdır. Ve ayrıca 1850 li yıllardan sonra yapılmaya başlanan aletsel ölçümler yerine "ortalama" sonuçlara göre bile. Çünkü biz oşinograflar 1850 li yıllardan önceki değerleri en az 20 yıllık bir ortalama olarak verebiliriz, Bu ortalamalar daha önceki yıllara gidildikçe de artar . Yani şu an geçmiş ile karşılaştırma yapmak için en az son 20 yıldaki değerlerin ortalamasını kullanmak durumundayız. İklimsel değişiklik demek de en 20 yılın ortalamalarında olan değişiklik demektir.
Çünkü iklimler hep değişir. Yani, ya "küresel ısınma" ya da "küresel soğuma" içinde olması gerekir. Eğer sabitlenirse bilin ki dünyada yaşamın sonu gelmiştir.

Şimdi aşağıda IPCC?nın şeklini görüyorsunuz. 3 büyük tuhaflık var.
1- Referans olarak IPCC verilmiş. Bilimsel bir grafikte "isim" olur "komisyon" değil
2- Neden 1961 ile 1991 değerleri baz olarak alınmış? Neden 2000?e kadar olan yıllar yok?
3- Neden yalnızca Kuzey Yarımküre? Küresellikten bahsederken.
Doç.Dr.Doğan YAŞAR
Dokuz Eylül Üniversitesi
Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü

Doç.Dr.Doğan Yaşar'ın Yanıtı

1 Mart tarihli, "Kyoto protokülünü imzalama!(Karşı görüş)" başlıklı yazıma Doç.Dr.Doğan Yaşar bir eposta ile yanıt verdi.
6 Bölümden oluşan yanıtını bu blog'da yayınlamaya çalışacağım.

Pazartesi, Mart 12, 2007

Vikipedi 50,000 maddeyi geçti!

Perşembe, Mart 01, 2007

Kyoto protokülünü imzalama! (Karşı görüş)

Bu hafta başında bir kaç arkadaşımızdan yukarıdaki başlığı taşıyan yorumsuz epostalar aldık. Böyle bir talihsiz yazı neden yorumsuz gönderilip, bir bilim fakirinin yazdıklarına paye verilir anlayamıyorum.
Doç.Dr.Doğan Yaşar nasıl bir bilim adamıdır da böyle bir çevre sorunu karşısında ülkemizi umursamazlığa davet etmektedir?
"Cunku kuresel isinma arttikca kuresel yagis miktari da artar. Bu konuda calisanlar zaten dunyanin en basit olan bu kurali bilir.'' diyen doçentimiz neden acaba yağışların bölgelere dengeli bir şekilde dağılarak artmayacağını, buna karşın gelişi güzel yoğunlaşmalar ile sel ve fırtına şeklinde gerçekleşeceğini söylemez?
Onlarca yıldır ölümcül bir sel felaketi yaşamayan Güneydoğu Anadolu, neden Kasım 2006'da böyle bir sel felaketi yaşamıştır?
Nasıl binlerce canlı türünün yok olmasına umursamaz kalmayı düşünebiliriz ki?
Çarpıtılmış maliyet tabloları ile caydırıcı olmaya çalışanlar neden sağlanabilecek milyarca dolarlık tasarruftan bahsetmezler ki?
Petrol tüketimimizde sağlanabilecek %10'luk tasarruf, Türkiye'nin 11 milyar doları aşan petrol ithalatından, 1 milyar doları aşan tassarruf anlamına gelir.
Petrol ihtiyacımızın %20'sini biyoyakıtlardan karşılayacak olsak, 2 milyar dolarlık bir ekonomi yaratır ve onbinlerce kişiye iş imkanı yaratırız.
Türkay arakadaşımızın gönderdiği bu Selçuk Erdem karikatürünün anlattığı gibi, bütün türleri yok edip, insan (?) insana (??!) kaldığımızda, doğayı kirletmemek için harcamaktan kaçındığımız milyarlarca dolara bakar, kendimizle gurur duyarız.